19 Ekim 2007 Cuma

The Bourne Ultimatum - Eleştiri

Eylül ayı boyunca vizyona girmesini beklediğim ve ABD’deki gösterim tarihinden yaklaşık 2,5 ay sonra, bayramın ilk günü izleme fırsatı bulduğum Jason Bourne’un son macerası hakkında bir eleştiride bulunmamanın, son yılların en büyük aksiyon kahramanına haksızlık olacağını düşünüyorum.

İlk defa 2002’de Robert Ludlum'un romanından beyaz perdeye uyarlanan The Bourne Identity filmi ile tanıştığımız Jason Bourne’u beyaz perdenin diğer ajanlarından ayıran özellikleriyle benimsemiş, kendimize oldukça yakın hissetmiştik. Önceden belirlenmiş kesin bir hedefinin olmaması, aksine yaşadığı hafıza kaybı sonucu kimliğini ve geçmişini aramaya, bu sırada da peşine salınan katillerden kurtulmaya çalışması ve bunu zekasını ve çabukluğunu kullanarak “geleneksel” yollarla başarması onu diğerlerinden ayırıyordu.

Hasret uzun sürmedi ve ilk filmin yönetmeni Doug Liman, 2004 yılında The Bourne Supremacy ile yerini Paul Greengrass’a bırakırken kahramanımız, kız arkadaşı Marie’yi kaybetmenin acısı ve bulmacanın parçalarının da yavaş yavaş yerlerine oturmasıyla, hayatını mahvedenlerden intikam almak için yola koyuluyordu. Greengrass ile birlikte, pek de alışık olmadığımız, en durgun sahnede bile titreşim ve daima hareket halinde olan kamera kullanımı; yakın plan çekim ile hızlı ve bol kesmeli kurgu sayesinde izleyiciyi sadece aksiyona odaklıyor, bazı hızlı sahnelerin kaçırılmasına ve gözün yorulmasına sebep olmasına rağmen bu teknik, temponun asla düşmemesini sağlıyordu. Elde edilen 270 milyon dolarlık hasılat ise, 3. filmin çekilmesi için yeterliydi.

İlk iki filmde dünyayı dolaşan kahramanımız, son filmde de gezisine Paris, Londra, Madrid, Tanca ile devam ederken, macerasını New York ile -şimdilik- sonlandırıyor. Bourne’un ilk iki filmde hesaplaştığı kiralik katilleri, Clive Owen ve Karl Urban’dan sonra, serinin son filminde Edgar Ramirez ve Joey Ansah canlandırıyor. Özellikle, Bourne’un Tanca’da Desh Bouksani (Joey Ansah) ile dövüştüğü sahne, tüm zamanların en iyi kotarılmış ve ajan filmlerinde benzerine pek rastlanmayan aksiyon sahneleri arasına girecek türden. Bourne’un olmazsa olmazı haline gelen araçlı takip sahneleri izleyiciyi koltuğuna çivilerken, Paul Greengrass bu filmde de, -her ne kadar gözün alışması zaman alsa da- bahsettiğim çekim tekniklerini usta dublörlük ile birleştirerek CGI kullanmadan da aksiyonun dozunun zirveye çıkarılabileceğini herkese gösteriyor.

David Strathairn ve Joan Allen, yardımcı rollerde büyük oyunculuklarını konuşturarak ön plana çıkıyorlar. Ancak Julia Stiles’ın Matt Damon’ın yanına uygun gitmediğini, hatta çok gereksiz bir karakteri canlandırdığını düşünmekteyim. Ayrıca Moby'nin çok beğenilen Extreme Ways'i de Jason Bourne karakteriyle adeta özdeşleşti. Filmin soundtrack'i ise piyasaya çıkmış durumda.

Sonuç olarak, ilk iki filme göre daha iyi kurgulanmış olan bu film, üçlemeyi en iyi şekilde, akılda soru işareti bırakmadan sonlandırıyor. Bekleneni veremeyen ve serisini zirvede sonlandırmayı başaramayan devam filmlerinden her şeyiyle ayrılan The Bourne Ultimatum, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmleri arasına girmeyi sonuna kadar hak ediyor.

0 yorum: