26 Ekim 2007 Cuma

Saw IV - Eleştiri

Saw serisi, ustalıkla yazılmış senaryosu ve izleyiciyi daha önce görmeye alışık olmadığı “gore” ile gererek hem gişede büyük başarı yakalamış, hem de kendine has bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Bu kitleye dahil biri olarak, uzun bir süredir beklediğim Saw 4’ü (Testere 4) vizyona girdiği ilk gün izleme olanağı buldum.

Testere 4'ün, hikayeyi 3. filmin bıraktığı yerden devralması beklenirken film, genel olarak Testere 3 ile paralel gidiyor. Serinin müdavimlerinin hatırlayacağı gibi, Testere 3’ün sonunda Jigsaw/John Kramer (Tobin Bell) ve Amanda (Shawnee Smith) hayatlarını kaybetmiştir. Dedektif Kerry'nin cinayetinin öğrenilmesinden sonra iki FBI ajanı, Dedektif Hoffman'la birlikte Jigsaw'un son ölümcül oyununu çözmek ve bulmacanın parçalarını bir arayaya getirmek için harekete geçerler. Bu arada, SWAT kumandanı Rigg kaçırılmış ve birbirine bağlı tuzaklardan (testlerden) 90 dakika içerisinde kurtulmak zorunda bırakılmıştır. Rigg'in arkasında bıraktığı ipuçları, FBI'ı John Kramer'ın eski karısı Jill'e götürür...

Film, belki de tüm seri içerisinde izleyiciyi en çok geren anlara sahip olan bir “otopsi” sahnesi ile açılıyor. Spoiler vermemek için devamından bahsetmiyorum ancak 108 dakikalık filmin ilk 20 dakikası, yaşattığı gerilim açısından tüm seri içerisinde zirvede yer alıyor. Bundan sonra film, her zamanki gibi, içerdiği “akıl dolu” tuzaklar ile önce izleyiciyi gerip, sonra bir süre soluklanmasına imkan tanıyarak inişli çıkışlı temposunu en sona kadar başarılı bir şekilde devam ettiriyor, ve Testere serisinin adeta imzası haline gelen sürpriz bir son ile sona eriyor. Bu filmde de Jigsaw, hayata dair mesajlar vermeye devam ediyor.

Sinemaseverler arasında sıkça yapılan “3. film 2.den daha iyiydi; ama ilk film en iyisiydi.” tarzında eleştirilerin, konunun bir bütün olarak ilerlediği Testere gibi seriler için pek uygun düşmediğini belirtmek istiyorum. Daha önce de ifade ettiğim gibi, Testere 3 ile oldukça paralel olarak ilerleyen Testere 4’ün bu tip bir kıyaslamaya sokulmasının senaristlere haksızlık olacağını düşünüyorum.

Özetlemek gerekirse, John Kramer’ın geçmişine, Jigsaw karakterine dönüşmesine, “oyun oynamak” için kurbanlarını nasıl seçtiğine, tuzaklarını nasıl hazırladığına ve hatta “asıl mesleğine” dair bir çok soru işaretini "flashback"ler ile ortadan kaldıran, ama yine de yepyeni soru işaretleri ile gelen Testere 4, seriyi başarılı bir şekilde devam ettiriyor.

Makinistin notu: Daha önce sürekli TV yapımlarında yer alan Amerikalı aktör Tobin Bell’i hiç olmadığı kadar geniş kitlelere izlettiren Testere serisinin yapımcıları, 5. ve 6. filmler için Bell ile anlaşmışlar bile. Wikipedia’ya göre, Costas Mandylor da devam filmlerinde yer alacağı kesinleşen diğer bir isim. Bu arada, yaklaşık bütçesi 10 milyon $ olan Testere 4'ün, serinin diğer filmleri gibi 100 milyon $ barajını rahatlıkla aşacağını düşünüyorum.

"I wanna play a game." - Jigsaw/John Kramer

24 Ekim 2007 Çarşamba

DivX İzlemek İçin Gerekenler

Bilgisayarınızda DivX formatında film izleyebilmek için gereken iki adet temel yazılım olan codec (kod çözücü) ve altyazı destekli bir video oynatıcıya buradan ulaşabilirsiniz. Kendi bilgisayarımda da kullandığım bu kod çözücü paketinin adı UKP video oynatıcınınki ise Vplayer. Kod çözücü olarak bir diğer tercihim ise K-Lite. İndirme linkini aşağıda verdiğim bu pakette ihtiyacınız olan tüm kod çözücüleri bulabilirsiniz.

K-Lite Codec Pack

21 Ekim 2007 Pazar

Saw IV

Yaklaşık 1 yıl süren uzun bir bekleme döneminin ardından 26 Ekim'de görme şansına sahip olacağımız Saw IV'ün (Testere 4) konusu kısaca şöyle: Jigsaw (Diğer adıyla John Kramer - Tobin Bell) ve Amanda (Shawnee Smith) (hatırlayacağınız gibi, 3. filmin sonunda) hayatlarını kaybetmiştir. Dedektif Kerry'nin cinayetinin öğrenilmesinden sonra iki FBI ajanı, Dedektif Hoffman'la birlikte Jigsaw'un son ölümcül oyununu çözmek ve bulmacanın parçalarını bir arayaya getirmek için harekete geçerler. Bu arada, SWAT kumandanı Rigg kaçırılmış ve birbirine bağlı tuzaklardan 90 dakika içerisinde kurtulmak zorunda bırakılmıştır. Rigg'in arkasında bıraktığı ipuçları, FBI'ı John Kramer'ın eski karısı Jill'e götürür...

19 Ekim 2007 Cuma

The Bourne Ultimatum - Eleştiri

Eylül ayı boyunca vizyona girmesini beklediğim ve ABD’deki gösterim tarihinden yaklaşık 2,5 ay sonra, bayramın ilk günü izleme fırsatı bulduğum Jason Bourne’un son macerası hakkında bir eleştiride bulunmamanın, son yılların en büyük aksiyon kahramanına haksızlık olacağını düşünüyorum.

İlk defa 2002’de Robert Ludlum'un romanından beyaz perdeye uyarlanan The Bourne Identity filmi ile tanıştığımız Jason Bourne’u beyaz perdenin diğer ajanlarından ayıran özellikleriyle benimsemiş, kendimize oldukça yakın hissetmiştik. Önceden belirlenmiş kesin bir hedefinin olmaması, aksine yaşadığı hafıza kaybı sonucu kimliğini ve geçmişini aramaya, bu sırada da peşine salınan katillerden kurtulmaya çalışması ve bunu zekasını ve çabukluğunu kullanarak “geleneksel” yollarla başarması onu diğerlerinden ayırıyordu.

Hasret uzun sürmedi ve ilk filmin yönetmeni Doug Liman, 2004 yılında The Bourne Supremacy ile yerini Paul Greengrass’a bırakırken kahramanımız, kız arkadaşı Marie’yi kaybetmenin acısı ve bulmacanın parçalarının da yavaş yavaş yerlerine oturmasıyla, hayatını mahvedenlerden intikam almak için yola koyuluyordu. Greengrass ile birlikte, pek de alışık olmadığımız, en durgun sahnede bile titreşim ve daima hareket halinde olan kamera kullanımı; yakın plan çekim ile hızlı ve bol kesmeli kurgu sayesinde izleyiciyi sadece aksiyona odaklıyor, bazı hızlı sahnelerin kaçırılmasına ve gözün yorulmasına sebep olmasına rağmen bu teknik, temponun asla düşmemesini sağlıyordu. Elde edilen 270 milyon dolarlık hasılat ise, 3. filmin çekilmesi için yeterliydi.

İlk iki filmde dünyayı dolaşan kahramanımız, son filmde de gezisine Paris, Londra, Madrid, Tanca ile devam ederken, macerasını New York ile -şimdilik- sonlandırıyor. Bourne’un ilk iki filmde hesaplaştığı kiralik katilleri, Clive Owen ve Karl Urban’dan sonra, serinin son filminde Edgar Ramirez ve Joey Ansah canlandırıyor. Özellikle, Bourne’un Tanca’da Desh Bouksani (Joey Ansah) ile dövüştüğü sahne, tüm zamanların en iyi kotarılmış ve ajan filmlerinde benzerine pek rastlanmayan aksiyon sahneleri arasına girecek türden. Bourne’un olmazsa olmazı haline gelen araçlı takip sahneleri izleyiciyi koltuğuna çivilerken, Paul Greengrass bu filmde de, -her ne kadar gözün alışması zaman alsa da- bahsettiğim çekim tekniklerini usta dublörlük ile birleştirerek CGI kullanmadan da aksiyonun dozunun zirveye çıkarılabileceğini herkese gösteriyor.

David Strathairn ve Joan Allen, yardımcı rollerde büyük oyunculuklarını konuşturarak ön plana çıkıyorlar. Ancak Julia Stiles’ın Matt Damon’ın yanına uygun gitmediğini, hatta çok gereksiz bir karakteri canlandırdığını düşünmekteyim. Ayrıca Moby'nin çok beğenilen Extreme Ways'i de Jason Bourne karakteriyle adeta özdeşleşti. Filmin soundtrack'i ise piyasaya çıkmış durumda.

Sonuç olarak, ilk iki filme göre daha iyi kurgulanmış olan bu film, üçlemeyi en iyi şekilde, akılda soru işareti bırakmadan sonlandırıyor. Bekleneni veremeyen ve serisini zirvede sonlandırmayı başaramayan devam filmlerinden her şeyiyle ayrılan The Bourne Ultimatum, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmleri arasına girmeyi sonuna kadar hak ediyor.

16 Ekim 2007 Salı

Awakenings

Beyaz perdeye gerçek yaşamdan uyarlanan ve başroldeki karakterlerin özürlü ya da nadir görülen bir hastalığa yakalanmış olduğu filmler bilindiği gibi Oscar yarışına her zaman bir adım önde girerler. Bunun en iyi örnekleri, 1989'da Daniel Day-Lewis'e "En İyi Erkek Oyuncu" Oscar'ını kazandıran My Left Foot ve 1988'de Dustin Hoffman'a kazandırdığı "En İyi Erkek Oyuncu" dahil olmak üzere 4 dalda Oscar sahibi olan Rain Man'dir. Aslında bu filmleri "en iyi" yapan, işledikleri hikaye değil; rolleri adeta yaşayarak oynayan usta oyunculardır.

Bu iki başyapıtın yanında, pek az kimsenin bildiği ve Robert De Niro'nun hayatının en iyi oyunculuğunu ortaya koyduğu bir film daha var: Awakenings.

1990 yapımı filmde De Niro, başrolü Robin Williams ile paylaşıyor. Filmin konusundan kısaca bahsetmek gerekirse, nörolog Malcolm Sayer (Williams), şizofreninin bir tipi olan, zihinsel ve fiziksel bozukluk sonucu hastanın sürekli kımıldamadan yattığı "katatoni" için bir ilaç geliştirir. İlacın ilk uygulandığı hasta olan Leonard Lowe (De Niro), uyanmasıyla birlikte yepyeni hayatıyla mücadele etmeye başlar.

Tüm sinemaseverlere ve oyuncu adaylarına bu müthiş filmi izlemelerini şiddetle tavsiye ederken, Robert De Niro'nun bu filmle sonuna kadar hakettiği 3. Oscar'ını alamayıp adaylıkla yetinmesini Akademi'nin büyük bir hatası olarak nitelendiriyorum.

15 Ekim 2007 Pazartesi

1408 - Eleştiri

1408, konu olarak Stephen King’in aynı adı taşıyan kısa hikayesini temel alıyor. İsveçli yönetmen Mikael Håfström (Derailed) tarafından sinemaya uyarlanan filmin başrolünde John Cusack, yardımcı rolünde ise usta aktör Samuel L. Jackson bulunmakta.

Tıpkı Stephen King gibi korku-gerilim romanları yazarı olan Mike Enslin (Cusack), kızının vefatından sonra Tanrı’ya ve doğaüstü olaylara inancını yitirmiştir. Eşinden ayrılan ve Los Angeles’a yerleşen Enslin, perili olduğu iddia edilen otellere gidip yazacağı kitaplara malzeme toplamakta ve doğaüstü güçlerle karşılaşamamasına rağmen, kitaplarında tam tersini anlatmaktadır. Son kitabını yazdıktan sonra Enslin, New York Dolphin Oteli’ndeki 1408 no’lu odaya isimsiz bir kartpostal ile davet edilir. “Bir şeyler” görme amacında olan Mike Enslin, otel müdürü Gerald Olin’in tüm uyarılarına rağmen 1408’e yerleşir.

Filmi kolaylıkla iki bölüme ayırmak mümkün. Enslin’in 1408 no’lu odayı dolaşmasıyla sonlandırabileceğimiz ilk bölümün sonuna doğru gerilim zirveye tırmanıyor, ancak ikinci yarıda fantastik korku öğelerinin devreye girmesiyle gerilim ortadan kalkıyor ve film, izleyiciyi bir sürpriz son beklentisi içine sokuyor. Benim gibi, bir gerilim filminde aniden korkmaktan çok, sürekli diken üstünde olmayı tercih eden biri için filmin ikinci yarısı oldukça sıkıcı bir hal aldı. John Cusack’ın çok iyi bir oyunculuk sergilemesine rağmen, film -çok derin bir alt metne sahip olmasından mı yoksa senaryonun zayıflığından mı diyeyim- izleyiciyi, daha izlerken düşünmeye sevk ediyor, ve atmosfer bu durumdan oldukça zarar görüyor.

Samuel L. Jackson, filmde kısa süreliğine yer almasına rağmen, harika bir performans sergiliyor. Sanat yönetmeni de, filmin en etkileyici sahnelerine imzasını atarak büyük iş çıkarıyor. Film boyunca hakim olan “sarı” rengin benim için filmle adeta özdeşleştiğini belirtmeliyim.

The Shining gibi bir başyapıt ile 1408’in aynı yazarın elinden çıkması gerçekten ilginç. Kubrick Usta’nın The Shining’ini beğenmeyen Stephen King’in bu adaptasyon için ne diyeceğini merak ediyorum. Sonuç olarak, bu filme on üzerinden altı kurukafa yeter.

Makinistin notu: Filmin ülkemizde gösterilen sonuna alternatif olarak ABD sinemalarında gösterilen bir sonu daha var. Dolayısıyla filmin bir mutlu, bir de mutsuz sonu bulunuyor. Her iki sonu da görebilmek için 1408’in DVD’sini beklemek gerekecek.

9 Ekim 2007 Salı

30 Days of Night

Bilindiği gibi, kutup dairelerinin kutuplara doğru geçilmesiyle birlikte, gece-gündüz süreleri 24 saatlik zaman dilimini aşmaya başlar. Örneğin, 21 Aralık günü kuzey kutup dairesi, 24 saat süren bir geceyi yaşamak zorundadır. Yılın belli günlerinde bu süre, kutba doğru gidildikçe artar; ve nitekim zifiri karanlık, günlerce hatta aylarca hüküm sürmeye başlar.

Türkiye'de "30 Gün Gece" adıyla gösterime girecek olan filmin konusu ise kısaca şöyle: Alaska’nın her yıl 30 gün süreyle karanlığa gömülen Barrow kasabası, kanasusamış vampirler tarafından vahşice saldırıya uğruyor. Vampirlere sadece iki kişi, bu küçük kasabanın şerifi (Josh Hartnett) ve aynı zamanda onun yardımcısı olan karısı (Melissa George) direniyor.

Film, aynı adı taşıyan çizgi roman serisini baz almış. Çok tutulan ve okunan bu serinin başarısı üzerine filmin çekilmesine karar verilmiş. Filmin yapımcısı, Spider-Man serisinin de yönetmeni olan Sam Raimi. Raimi, yönetmen koltuğunu ise David Slade’e bırakmış. Filmin çekimleri, önceden planlandığı gibi, 70 gün sürmüş. 2007’nin en iyi korku filmi olma iddiasındaki 30 Days of Night, ABD’de 19 Ekim’de gösterime girerken, Türk sinemaseverler 16 Kasım’ı beklemek zorunda kalacak.